28/12/2013
AK Parti iktidarı
dönemlerinde, konjonktüre göre bazen dış politika veya ülkedeki Kürt sorununun
barışçıl demokratik yöntemlerle çözümü öne çıktıysa da, daha evvelki iktidarlar
döneminde olduğu gibi, bu dönemlerde de Türkiye’de bürokrasi ve yargıdaki kadrolaşma,
yolsuzluk ve adalet sistemindeki çarpıklıklar hiçbir zaman ülke gündeminden
düşmedi.
17 Aralık
operasyonunun biraz farklı değişik şekil ve boyutlarda yarattığı sarsıntı
nedeniyle de bu gündem, her kesimce dolu dolu konuşuluyor.
Bu gündeme beddualar,
tehditler, görevden el çektirmeler, bakan istifaları, mevzuatta değişiklikler,
HSYK açıklamaları ve nihayetinde Danıştay kararları ayrı bir sos katmıştır.
Tüm bu gündemin ve
olayların nedenlerini, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşundan şimdiye kadarki
yönetim felsefesinde ve devletin yapılanmasındaki resimde görmek mümkündür.
Bu devlet, akıl ve
bilimi öncü kabul eden, bir takım doğmalara inanmadan atalarından daha özgürce
ve farklı düşünebilen gençlerini, üniversite öğrencilerini, eğitmenlerini, öğretmenlerini,
bilim adamlarını hiçbir zaman, tam olarak önemsemedi ve dikkate almadı. Bu
insanları siyasette veya devlet bürokrasisinde görevlendirmedi, çalıştırmak
istemedi, çalışmalarını engelledi. Devleti yöneten egemenler, akla ve bilime
göre özgürce ve tarafsızca düşünen ve düşünebilen insanları her zaman sapkın,
satılmış, beyni yıkanmış veya kökü dışarıdaki güçlere hizmet eden taşeron
hainler şeklinde nitelendirdi.
Cumhuriyet
tarihinden şimdiye kadar TBMM’ne girmiş sağ, sol, sosyal demokrat ve liberal
tüm siyasi partilerin savundukları tek ortak geçerli akçe ulusalcılık,
milliyetçilik ya da din kardeşliği oldu. Devletin hukuk siteminde ‘‘Türk
Irkçılığı’’nı savunmak ve diğer tüm uluslara, halklara veya başka dinlere
mensup insanlara hakaret etmek hiçbir zaman suç olmadı. Hatta çoğu zaman toplum
tarafından bu davranışlar erdemli bir yurtseverlik derecesinde ödüllendirilerek
kabul gördü. Özgür düşünebilen gençler ve yurttaşlar yerine, bilerek ve
istenilerek yönlendirilmiş, biat kültürü ile yontulmuş ve eğitilmiş nesiller
yetiştirildi. Bireyin yaşama hakkından çok, devletin varlığına kutsallık
atfedildi. Devlete ve devlet büyüklerine itaat, Allaha itaate eşdeğer bir öğreti
şeklinde savunuldu.
Bu nedenle bu
ülkenin sıradan yurttaşı, özgürce düşünmenin nasıl bir şey olduğunu hiç idrak
edemedi, edemiyor. Özgürce düşünebilen yurttaşların aklı, devlet aklı olarak
gelişmedi, gelişemiyor. Devletin aklı, hep bazı siyasi mühendislerin, belli bir
mezhebe mensup dini grupların veya cemaatlerin çıkar amaçlı aklı olarak işlem
gördü ve tedavüle girdi.
Dolayısıyla 17
Aralık operasyonları bir daha gösterdi ki, bilim ve akılın öncülüğünden yoksun,
bir takım partizanlık ve siyasi mühendisliklerle oluşturulan mevcut çıkar
amaçlı devlet aklı, devlet bürokrasisi ve anayasal sistemi artık her yönüyle
işlemez bir hal almıştır.
Operasyonlar
sonrası yürütme ile yargının çatışması da ispatlamıştır ki, bu devletin
vücudunda demokratik devletler için kaçınılmaz olan besin değeri yüksek ‘hukuk
devleti kanı’ dolaşmıyor. Bu kan dolaşımı yoluyla devletin beynine hukuk ve
adalet oksijenini götürmesi gereken tüm damarlar, haksızlıklarla,
hukuksuzluklarla, eşitsizliklerle, adaletsizliklerle, yolsuzluklarla,
kadrolaşmalarla, partizanlıklarla ve her türlü siyasi suiistimallerle
tıkanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin şu anki döviz rezervleri, yani midesi, yeterince dolu gibi görünse
bile, yaşaması ve ayakta kalması için şart olan bedenindeki iki önemli madde
‘hukuk devleti kanı’ ve bir hukuk devleti aklı için gerekli olan ‘demokratik
oksijen’ tükenmek üzeredir. Bu maddeler, dövizle satın alınmaz. Ancak ve ancak
adil, özgürce ve eşitçe düşünebilen yurttaşlar sayesinde yaratılabilir veya
üretilebilir. C.İpek