![]()
ALINTI YAZILAR
salihtash@hotmail.com
Kürt krallığı için mi Halepçe'de öldüler?
24/10/2013
Kürt krallığı için mi Halepçe'de öldüler? - Mahmut Alınak Gazeteler
geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini
sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne. Takvim
yaprakları 16 Mart 1988 gününü gösterirken, Irak diktatörü Saddam Hüseyin'in
emriyle havalanan savaş uçakları Güney Kürdistan'ın Halepçe kasabasına gaz
bombaları yağdırıyordu. Bombardımanda beş bini aşkın insan yanarak ölmüş, yedi
bin kadarı da yaralanmıştı. Halepçe bir ceset denizine dönmüştü o gün. Göğsüne
sımsıkı bastırdığı ölmüş bebeğinin üstüne kapanan zavallı bir babanın
objektifte donup kalan cansız görüntüsü yıllar boyu katliamın tanığı ve simgesi
haline gelmişti. Vahşetin
Güney Kürdistan'da kol gezdiği o korkunç günlerde Süleyman Demirel Meclis
kürsüsünde ıvır zıvır bir konuşma yapıyordu. Bense henüz çaylak bir
milletvekiliydim. Ayağa fırlayıp, "Halepçe'de beş bin insan
katledildi,"diye ürkekçe bağırmıştım. Süleyman Demirel, "Burada ciddi
şeyler konuşuyoruz,"diyerek beni azarlayıp susturmuştu. ANAP ve DYP
milletvekilleri de, "Sus, otur yerine, terbiyesiz herif!"diye üstüme
gelince neye uğradığımı şaşırıp oturmuştum yerime. Katliama
karşı dünya da Süleyman Demirel gibi aldırışsızdı. Bir dere kuytusunda beş bin
kurbağa katledilse ve binlercesi yaralansa herhalde ayağa kalkardı dünya.
Katliama uğrayanlar Kürtler olunca, o cilalı "insanlık ve kardeşlik"
lafları unutuluyor ve o koca koca devlet büyükleri kilit vuruyorlardı
dillerine. Kürtler için
Halepçe ne ilkti, ne de son oldu. Hikâyesi uzundur: bir sene sonra 1989'un
sonbaharında, Saddam'ın üstlerine yağdırdığı zehirli bombalardan kaçan yüz bine
yakın Kürt, geride binlerce ölü bırakarak Uludere ve Çukurca'daki sarp vadilere
sığındılar. Hakkâri milletvekili Cumhur Keskin akşam saatlerinde telefon edip
yardım isteyince, Adana milletvekili Cüneyt Canver, Mardin milletvekili Adnan
Ekmen ve ben, sabahı beklemeden otomobille hemen yola koyulduk. Ertesi gün
kuşluk vakti Hakkâri'deydik. İlk işimiz Vali ile görüşmek oldu.
Vali,"Hükümetin verdiği talimatın gereğini yapıp yarın sığınmacıları sınır
dışı edeceğiz,"dedi. Valiye dil döküp doğacak felaketi anlatmaya
çalıştıysak da bir faydası olmadı. Emir yüksek yerden, Ankara'dan gelmişti;
yapılacak hiçbir şey yoktu! Bozulmuş bir moralle valilikten çıkıp
sığınmacıların konakladıkları vadilere gittik. Göz
alabildiğine uzayıp giden derin vadiler mahşeri bir insan deryasıyla
çalkalanıyordu. İnsanlar aç, çıplak, yorgun ve perişandı. Acı bir çaresizlik
oturmuştu solgun yüzlerine. Bizi görünce, "Bimre Saddam, bijî
Berzanî,"diye slogan attılar. Ayakta konuştuğumuz buğday tenli orta
yaştaki bir peşmerge komutanı,"Geri gönderilirsek daha sınırda bütün halkı
makineli tüfeklerle tararlar,"dedi. Onun o kendinden emin hali hepimizi
derinden etkilemişti. Haki renk resmi giysileri içinde çakı gibiydi, ellerini
güvenle arkasında bağlamıştı. Kömür karası gözlerinde ölüm korkusunu aradığımı
hatırlıyorum. Korkunun zerresi yoktu, çelikten bir cesaret ışıldıyordu
sakinlikle gülümseyen kapkara gözlerinde. Valinin sesi uğuldarken kafamın
içinde, o zeytin karası güzel gözlerin bir gün sonra sonsuza kadar kapanacağını
düşünüyordum dehşet içinde. Yaşlı bir adam vardı orada. Kasvetli bir sessizlik
içinde bir taşa çökmüştü. Tanınmaz haldeki yüzü, elleri ve çıplak ayakları
yanıklar içindeydi. Güçlükle nefes alıp veriyordu. Düşünceleri başka bir
yerdeydi. Kül rengi gözleri kederle dalıp gitmişti önündeki boşluğa. Sorduğumuz
sorulara cevap vermedi, ya da veremedi; davul gibi şişen morarmış dudakları
hafif bir iniltiyle kıpırdadı. Sanki yanardağlar patladı o an içimde. Kendimi
bıraktım, gök gürler gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bir kâbus
gibi geçen sekiz yıllık milletvekilliğim boyunca bir tek o zaman bir işe
yaradığımı hatırlıyorum. Ankara'dan
ümidimizi kesince Hakkâri'ye dönüp aceleyle bir basın toplantısı düzenledik.
Ankara'nın kararını bir tek dünyanın ilgisi değiştirebilirdi. BBC radyosu
haberi duyurunca uluslar arası birçok haber merkezi sözcümüz Cumhur Keskin'le
bağlantıya geçip geniş röportajlar yaptılar. Cumhur Keskin saatlerce telefonun
başında kaldı. Gece yarısına doğru tüm dünya çığlığımızı duymuştu artık. Ertesi gün
birçok gazete kederler içindeki o yaralı yaşlı adamın fotoğrafını koymuştu
birinci sayfasına. İç ve dış kamuoyu olaydan haberdar olunca, hükümetin
sığınmacıları-kimseye sezdirmeden- sınır dışına çıkarma plânı sekteye uğradı.
Başbakan Turgut Özal kıvrak zekâsıyla manevra yapıp sığınmacıların kurulacak
çadır kentlerde misafir edileceğini açıkladı. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş
oluyordu. Yaklaşan yerel seçimlerde hem Kürt seçmenin desteğini alacak, hem de
içte ve dışta hümanist bir lider profili çizmiş olacaktı. Bu haberle
dünyalar bizim olmuş gibi sevinmiştik. Saddam'ın girişeceği yeni bir katliamın
önüne geçmiş olmanın o eşsiz hazzını hâlâ duyarım içimde. Adnan Ekmen'le o
günleri konuştukça hep rahmet, minnettarlık ve güzel sözlerle anarız sevgili
dostlarımız Cumhur Keskin ve Cüneyt Canver'i. Güneyli
Kürtler işte böyle nice Halepçelerde katledilerek geldiler bugünlere. Mesut Barzani
ve Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülkleri gazetelerde çıkınca bir Kürt
siyasetçi, "İstanbul'daki bu mülkler Güney'deki mülklerin yanında devede
kulak kalır,"dedi, kanıksamış bir tavırla. Sonra beni
daha da şaşırtacak şu sözlerle devam etti konuşmasına: "Halkın kanı ve gözyaşı pahasına
kurulan ülke, iki ailenin fertleri arasında parsellenmiş durumdadır. Gidip
Hewler'i görmen lâzım, zenginliği ve göz kamaştıran şatafatıyla Avrupa'nın
gözde bir kentidir sanki. O dev kentin neredeyse Kars'ın yarısı büyüklüğündeki
görkemli bir mahallesi tümüyle Neçirvan Barzani'ye aittir. Ülke pazarı yabancılara; İran,
Mısır ve Türk iş adamlarına peşkeş çekilmiştir. Anlayacağın ülkenin sömürge
statüsü sadece şekil ve el değiştirmiş. Devleti bu iki aile yönetiyor. Ülkede
yapılan her ticari işe bu iki ailenin fertleri ortaktır. Hiçbir yatırım yok,
bir toplu iğne dahi üretilmiyor. Ayran bile dışarıdan geliyor. Otellerde ve
işyerlerinde Kürtler değil yabancı işçiler çalıştırılıyor. Ülkeye petrol
gelirlerinden akan paranın haddi hesabı yok. Üretimden koparılan ve
münzevileştirilen halka maaş adı altında sınırlı para ve gıda yardımı
yapılıyor. Geriye kalan milyar dolarlar ise Barzani ve Talabani ailesi
fertlerince Türk ve Avrupa bankalarına taşınıyor. Yabancı bankalardaki dolar
hesapları açıklansa küçük dilini yutar çoğu insan. Küçüğünden büyüğüne kadar
hepsi saray hayatı yaşıyor. Yönetimden kimse hesap soramıyor.
Hesap sormak isteyenler Türkiye'deki gibi düşman muamelesi görüyor. Basın
özgürlüğünün kırıntısına dahi izin verilmiyor. Birçok gazeteci öldürüldü.
Sesini çıkaranlar cezaevlerine kapatılıyor. Kürt polisler Türk polisleri kadar
kaba ve serttirler. Hakaretlerinin Kürtçe olması daha da acıtıcı oluyor. En
ufak bir demokratik kıpırdama bile Türkiye'de olduğu gibi polis şiddetiyle
bastırılıyor. Halk toplu olarak hak aramaya kalkışsa Kürt yönetimi AKP gibi kan
dökmekten çekinmez." Sohbetimiz
sürerken, 1989 güzünde Çukurca ve Uludere'de gittiğimiz ürkünç vadilerdeki o
çaresiz ve yaslı Kürtlerin mahşeri kalabalığı geçip gidiyordu gözümün önünden.
Dehşet içinde bir defa daha anladım ki, demokratik devrimlerini
gerçekleştiremeyen ulusal kurtuluş hareketleri, sömürgecilerin pençesinden
kurtulsalar bile sonunda gidip kendi egemenlerinin sultası altına giriyorlar.
Ulusal boyunduruğun kırılması elbette yaşamsaldır, ancak tek başına yeterli
değildir. Kurtuluş hareketleri ancak bir halk devrimiyle taçlandırılırsa
halklar iktidar olur; aksi halde Türkiye'de olduğu gibi ulusun içinden çıkan
kendi diktatörleri eski kölelik düzenini, "vatan, millet, bayrak,
kardeşlik..."yalanları ile maskeleyerek devam ettirirler. Enternasyonal
yurtseverlikten ayrı bir ideoloji olan milliyetçiliğin halkın değil egemenlerin
bir ideolojisi olduğu ve sadece onlara hizmet ettiği Türkiye ve Güney
Kürdistan'daki pratikle bir defa daha gün ışığına çıktı. Hiçbir halk
bir oligarşi ya da bir burjuva sınıfının iktidar olduğu bir düzende özgür
olamaz ve ülkesinin zenginliklerinden yararlanamaz. Özgürlüğün yolu halkın söz,
karar ve denetim yetkisine sahip olduğu ve yönetenleri yönettiği kendi
iktidarından geçer. Yoksa ezilen halklar kurtulduk diye bayram ederken, bir
sabah kalktıklarında kendilerini kendi zalimlerinin pençesinde bulurlar. O
gaflet uykusundan uyandıklarında artık ne uğrunda öldükleri devlet kendi devletleridir,
ne de nice nice hayallerle süsledikleri bayrak kendi bayraklarıdır. Nasıl ki
Türk devleti ve ay yıldızlı bayrağı Türk halkının değil Türk hükümran sınıfının
ise, nasıl ki Federe Kürt Devleti ve bayrağı Kürt halkının değil bir avuç Kürt
hükümranın ise... 09/27/2013 |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
LİCE OLAYI VE "GÜNAH KEÇİSİ" BİR MAHKUM - 04/06/2023 |
LİCE OLAYI VE "GÜNAH KEÇİSİ" BİR MAHKUM Ayşe HÜR |
Millet İttifakı - 25/02/2023 |
Şaban ASLAN |
Devlet ve Kürtler - 31/01/2023 |
Devlet ve Kürtler |
Lozan da Haham Naim Nahum - 30/09/2022 |
Lozan da Haham Naim Nahum |
Ortadoğu - 04/09/2022 |
Ortadoğu |
Tarafsız ve Bilimsel Yollarla Tespitler… - 18/09/2021 |
Tarafsız ve Bilimsel Yollarla Tespitler… |
Yazar Selim Uzun: Zazakî-Kirdkî için ne yapılacaksa bugün yapılmalı, yarın çok geç - 24/04/2021 |
Yazar Selim Uzun: Zazakî-Kirdkî için ne yapılacaksa bugün yapılmalı, yarın çok geç |
Dr Mustafa PEKÖZ -Suriye savaşında yeni dönem : PYD- ABD ittifakı - 27/06/2015 |
Suriye savaşında yeni dönem : PYD- ABD ittifakı |
AİLELERİN DİKKAT ETMESİ GEREKENLER - 19/11/2014 |
AİLELERİN DİKKAT ETMESİ GEREKENLER |
![]() |