Gül Kökünde Diken

Kavaklıkta başımızda esen düşlerimizin yeliydi Canatan’dan süt içmeyen şart olsun ki deliydi

                             -Yolu Dicle'den Geçen Dostlara, Refik’e    

İki dağ arasında yolcu almaya durduğunda her tren
Kadim zamanlardan kanatlanmış bir ermiş gibi
Elinde kavalı istasyonda belirirdi Hafız
Vagonlar boyunca eşinin kolunda
Trene,raylara ve dağlara çağların ağıdını yakardı

Duruşunda kovanına sığınmış gücenik bir dil
Nefesi hem ateş hem de kül
Ezgisinde köküne diken batmış bir kızıl gül
   ki göbek adı karanfil
Kıyıma kıyam ederken soluğundan kan damlar


Dağlarca dizesi gibi incenin incesi bir asalet
   ki gizemini bir tek yitik zamanlar bilir
   derviş makamında görür Hafız
   gönül gözü bakar gözden yücedir

Rivayet odur ki, kavalını üflediğinde
Zil zurna sarhoş olurdu Hoşot ovası
Kurt kuş dinler, yer gök kulak kesilirdi
Yetmiş yedi renge boyanırdı gök kuşağı
Baştan başa sarmalardı Zülküf Dağını
Bulutlar yağmura durur, dağ dağa kavuşurdu

Kaval ezgisi trende zülfünü savururdu kara gözlü kızların
Vagonlarda beline kadar sarkar da yolcular
Büyülenmiş gibi Hafız’ı seyre dalardı

İstasyonda Dicle ergenlerinin başında kavak yelleri
Toprak buz kesmişken bile yanık eserdi
Kara tahtada aşk düşünden mahmur gözleri

Raylar kıvrılıp da kesişince makaslarında
Abiler istasyonda ilk görüşte aşık olurdu
Pencereden bakan kızların en alımlısına
Ve her 13:15 treninde bir başkasına
Bakış atılır, göz süzülür, gönül konurdu

Trenler geçip gidince pek suskun kalırdı mekan
Artemis’in som altından sarayı çatlardı utancından
Delişmen tanrıçanın kuşlara flüt çalıyor diye
Gözlerini oyduğu çoban oralarda
Hafızın ezgilerinde yaşardı.
Onun ışıklı ormanından binlerce mil uzakta
Yuvasından edilmiş iki gözün şehla baktığı gül ağacı
Acısından yapraklarını dökerdi zamansız

Ve zulme isyan minvalinde boy atardı bir çift kırmızı karanfil
Çağlar yorgunu ovada bir demet kızıl güle dönerdi mevsiminde
Mağdurun gururu ile kavrulmuş bakır kırmızısı topraklarda
Yetim doğup öksüz kalmış bir göğe usulca boyun eğer de
Çaresiz dertlere gömülmüş gibi ölümüne suskun yaşardı mekan

Lakin, derler ki, Hafızın derin ezgileri kavalından yayılıp
Çelik raylar üstünde Geyik Köyü'nü nefes nefese geçerek
Dağ arasında kayaların feryadına karışıp da
Kırlangıç kanatlarında göğe yükseldiğinde
Hafızın ezgileriyle yıldırım düşmüş gibi sarsılır
Halk diliyle dile gelirdi
Her çağın kör tanrısına ilahiler söylerdi

Gönülleri kekremiş coşkular basardı Hafız'ın ezgilerinde
Anadolu'nun kadim ozanları halay tutardı
Tutuklu bir yaşama sevinci kuşanarak

Acılar bal olur gürül gürül akardı Makam dağında
Taşlar tutkuyla tutuşur, ölüler can bulurdu
Fersahlarca ötede Vivaldi mezarında dönerdi hasedinden

Köküne diken batmış gül ne renk olursa odur
İstasyonun buzlu camında bir damla göz yaşı olur
Yalancı sevdalarda donardı zaman
Onun nefesi ateş, su ve toprak gibi asil
Ezgileri hem alev hem kül, hem isyan hem tevekkül

Ki zalimin zulmünden karanfile sığınır her aşık çoban
Heco ile Siyabende iki gözü iki çeşme ağlayan

Tüm ezgiler barışa adanmış bir demet solmuş gülle
Dicle nesillerinin aydınlık davasının hikayesidir
Ol hikaye dalını sülük sarmış bir gül yordamınca
Hafız'ın kavalıyla hemhal halen sabırla inlemektedir

Hoşotta donan zaman aktı gitti
Her gün onun destanını söyler şimdi Makam Dağı
Hala onu anar, Diclenin er büyümüş çocukları

Dil acizdir, göz eksik, söz yetmez Hafızı anlatmaya
Ne zaman ney sesi duysam onun kaval sesine döner
Her kaval sesi onun nefesidir
Kan olur, dolanır damarlarımda


Ve deve dikenlerinden Hafızın nefesinde
Umut diye gül biter ovanın her köşesinde.

VİVALDİ ZÜLFO
1950’li ve 1960’lı yıllarda Diyarbakır’ın Çermik, Ergani ve Çüngüş gibi ilçelerine bağlı köylerin kavruk, yoksul çocukları, ya köylerindeki ilkokulu bitirerek öğrenimlerini tamamlamış veya Ergani’de, o civarda tek orta dereceli okul olan Dicle İlköğretmen Okulu’nu bitirip öğretmen olmuşlardır.

O yıllarda Türkiye’deki üniversiteler bir elin parmakları kadar az ve uzakmış. Üstelik öğretmen olmak, o yıllar, henüz halkın yüzde ellisinin okuma yazma bilmediği o dönemde daha da saygınmış. Benim de birçok yakınım, vefat eden babam, dayılarım, Çermik’ten Ergani’ye, çoğu zaman yaya yürüyerek Dicle İlköğretmen Okulu’nda öğrenim görmüşler.

Hikâyeci ve senarist Osman Şahin, yazarlığına ve dostluğuna önem verdiğim bir ağabeyimdir. 1989’da imzalayıp Diyarbakır adresime gönderdiği “Ay Bazen Mavidir” adlı kitabında yer alan “Bozkırda Vivaldi” adlı nefis hikâyesinde, Ergani demiryolunda kaval çalarak dilenen yoksul, kör bir dilencinin, Vivaldi Zülfo’nun öyküsünü anlatıyordu.

Her gün demiryolunda kaval çalan Zülfo, Dicle İlköğretmen Okulu öğrencilerinin gelip geçerken rastlayıp pek ciddiye almadıkları biridir. Okulun müzik öğretmeni M. Kurtdemir ise, yoksul köy çocuklarından oluşan öğrencilerine Beethoven, Vivaldi ve Brahms dinleten, piyano, keman çalan gerçek bir müzik öğretmenidir.

O yıllarda evlerinde dengbejleri, çoban kavallarını veya radyolardan Zeki Müren ve Müzeyyen Senar’ ları dinleyen Dicle İlköğretmen Okulu’nun yatılı öğrencilerinin müzik öğretmeni M. Kurtdemir, okulun mezuniyet töreni gecesinde, ”Sahneye gerçek bir sanatçının geleceğini” söyleyerek, birden Erganili “dilenci kör Zülfo”yu ellerinden tutup getirir…

Öğrenciler şaşırıp tepki gösterdiklerinde, öğretmen Kurtdemir, ortalama üç yüz kişilik yemekhanedeki öğrencilerini, bu halk sanatçısını saygıyla dinlemeye davet eder.

Ve kör Zülfo kavalına abanır… O, yüreğindeki çığlıkları kavalına üfledikçe salondakiler taş kesilirler… Alnına ter biriken Zülfo, bir saat kadar soluksuz üfler kavalına. Onun kavalı bozkırdaki Vivaldi’dir… Öğrenciler, her gün demiryolunda kaval çalıp dilenirken gördükleri Zülfo’yu, o gün ilk kez dikkatle dinleyince çok sarsılırlar…

Zülfo’nun kavalı sustuğunda, öğrenciler hep birlikte onu ayakta alkışlarlar. Hayatında ilk kez alkışlanan Vivaldi Zülfo, o gece ağlayarak ayrılır sahneden. Müzik öğretmeni Kurtdemir, öğrencilerine, Zülfo’nun “Adı sanı olmayan gerçek bir halk sanatçısı” olduğunu söyler…

Bu hikâyeyi çok etkilenerek okuduktan sonra, gündelik yoğunluklara koyulmuştum.

Sonraki günlerden bir gün Diyarbakır’ın Mardinkapı semtine köylerden getirilip stüdyosuz, bandrolsüz üretilen dengbej kasetlerinden birkaç tane almıştım. Aldıklarım arasında üzerinde çalanın adı sanı belirtilmeyen bir kaval kaseti de vardı. Kaseti kasetçalara koyup, ezgilerinin nasıl doğaçtan ve yürek paralayıcı olduğunu düşünerek kasetin bütününü dinlemek için ayaklarımı keyifle uzattığımda, bitişik odadan anamın hıçkırıklarını duyarak kalkıp yanına gittim. Anam bir şey söylemiyor, ağlıyordu…

Babam, onu despotluğuyla yıllarca güttüğü için onda bir koyun psikolojisi olabileceğini ve bir an, kaval sesine bu yüzden ağladığını düşünmeye başlamıştım ki, anam sessizce hıçkırarak anlatmaya koyuldu:

“Ben bu kavalı tam otuz yıl önce Ergani demiryolunda dinlemiştim oğlum. Bu, kör Zülfo’nun kavalıdır. O yıllar baban Dicle İlköğretmen Okulu’nu yeni bitirmiş, tayini Konya’nın bir Çerkes köyüne çıkmıştı. Kucağımda sen ve yükümsüz bir kat yataktı. Hayatımda ilk kez köyümden çıkıp uzaklara gidiyordum. Daha on beş yaşımda bir anneydim. Ergani’den Konya’ya gitmek üzere trene binmiştik. Ben kompartımanda çevreme korkuyla bakınırken, baban, alışveriş yapıp döneceğini söyleyerek dışarı çıkmıştı, kucağımda sen… O an, işte şimdi çaldığın bu kaval sesiyle hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. Korkup sen de ağlamaya başlamıştın. Sonra trenin düdüğü acı acı ötmüştü ve yola koyulmuştuk…”

Bir an duraksadı ve gözlerinin nemini tülbentiyle kurulayarak:

“Bu kaval sesi, benim için bir gurbet çığlığıdır, çocukken anne oluşumdur; kaybettiğim gençliğim, mahvolmuş düşlerimdir oğlum,” dedi…

Anamın söyledikleriyle anlamıştım ki, aldığım kasetteki kavalı çalan, Osman Şahin’in hikâyesindeki Vivaldi Zülfo’dan, -bir diğer adıyla Hafız’dan başkası değildi… Hemen kasetin bir nüshasını Osman Şahin’e postaladım. Aynı günlerde aldığım uzun yanıtında minnet duygularını iletiyor ve onu Vival di Zülfo’nun kasetiyle anılarına taşıdığım için yüzlerce kez teşekkür ediyor, anamı ve beni İstanbul’daki evine konuk etmek istediğini de sözlerine ekliyordu.

Sonra Vivaldi Zülfo’nun hâlâ Ergani’de, kötü koşullarda yaşadığını öğrendim. Sıkıntılı günlerimdi. Ergani’ye gidemedim, ama muhalif bir gazetenin Diyarbakır bürosu çalışanlarına anlatıp, onu haber yapmalarını rica ettim.

28 Nisan 1993 tarihli Gündem gazetesinde, üzerinde “Profilo” yazılı mukavva kutuların üzerinde, tek göz odalı bir evde- yaşayan Zülfo’nun haberi, “Ergani’de Bir Vivaldi” başlığıyla çıktı. Artık yaşlılıktan konuşamıyor, sorulara yanıt bile veremiyormuş. Gazete; “Tek parti döneminde Hoşan ovasının, Hilar mağaralarının, Çayönü kabartmalarının; kısaca susturulmuş bir tarihin ve halkın çığlıklarını kavalına üfleyen Zülfo, bir diğer adıyla Hafız,” diye yazıyordu gazete. “88 yaşında, yüzünde talanın paletleri ve postalları var. Yüzü Ararat dağı gibi heybetli. Ama artık o kaval çalamıyor,” diye yazıyorlardı…

Daha sonraki yıl yerleştiğim Ankara’dan Diyarbakır’a bir ziyaretimde, bir sabah minibüsle Ergani’ye geçip, ona vermek üzere ayırdığım sınırlı miktar parayla Ergani Bakur mahallesi’nde yaşadığını öğrendiğim “halk sanatçısı” Vivaldi Zülfo’yu aradım.

Mahallesindeki bakkala, onu.”Vivaldi Zülfo” deyince çıkaramadı önce. “Demiryolunda otuz kırk yıl kaval çalan dilenci Zülfo,” diye sorduğumda ise:“Ha, o Zülfo, yane Hafız, ölmiştir,”dedi:

”Ölmiştir, vallahin kurtulmuştur dilenmahtan…”

Yılmaz Odabaşı “Sevginin Herkesten Şikayeti Var “kitabından

https://nuriaslan.com/gul-kokunde-diken/

94 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın