Eğer eski teorik kalıpları buzluktan çıkarıp tedavüle sokmaya yeltenecek dogmatikler değilsek, geçmişi eleştirel bir süzgeçten geçirmekten imtina etmeyiz
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da doğan, ağır bir yenilgi aldıktan sonra ikinci, Soğuk Savaş’ın sona erişinden itibaren üçüncü canlanma dönemine giren faşizm, toplumsal yaşamı kısmen veya tamamen zapturapt altına alan bir faktör olarak varlığını sürdürüyor. Devletin yeniden faşistleştirilmesinde önemli mesafelerin kat edildiği ve hızla tayin edici noktaya doğru sürüklendiği ülkemiz, bunun canlı örneklerinden biridir.
Türkiye sosyalist solu yalnız siyasi mücadelede değil, teorik-ideolojik mücadelede de süreci geriden takip ediyor. Öyle olmasa liberal, ulusalcı, post Marksist, psikanaliz merkezli faşizm yorumları (sağ popülizm, otoriterlik, Bonapartizm, “faşisti kendi içinizde arayın”, “toplu arzu sapkınlığı” vb.) meydanı boş bulup cirit atamazlardı. Hep birlikte türedi tanımlarla gerçeklerin üstünü örtüp anti-faşist mücadelenin içerik ve hedeflerini çarpıtıyor, Georgi Dimitrov adıyla özdeşleşmiş Komintern’in faşizm analizine ve tanımına veryansın ediyorlar. Mevcut iktidarla mücadelede önderliğin reformist sola terk edildiği koşullarda başka türlü de olamazdı zaten.
Geleneğe az çok bağlı devrimci kesimlerin bile Komintern’i yarım ağızla sahiplenmelerinden de güç alan akademik/entelektüel çevreler, başını Alman, İtalyan ve Japon faşistlerinin çektiği dünya faşizmini, Stalin’in yönettiği Sovyetler Birliği ve Komintern partilerilerinin alt ettiğini bilmezden gelip mücadeleyi dışarıdan seyreden II. Enternasyonal artığı teorisyenlere, Troçki’ye, Thalheimer’e, Reich’a, Jung’a ve takipçilerine övgüler düzebiliyorlar.
Faşizmin yeni canlanma döneminde bir tarihsel dayanak aranacaksa bu komünist sol harici değil, Komintern müktesabatı olacaktır. Hiç kimse geçmiş birikimi atlayarak veya yerden yere vurarak geleceği kuramaz. Komintern tanımını karşısına alanlar kendilerini ister istemez ana yolun dışında bulurlar. Bu demek değildir ki, tarihsel olarak geride kalmış Dimitrovcu faşizm analizinin yetersizliklerini ve o dönemdeki KP’lerin yanlışlarını görmüyoruz. Eğer eski teorik kalıpları buzluktan çıkarıp tedavüle sokmaya yeltenecek dogmatikler değilsek, geçmişi eleştirel bir süzgeçten geçirmekten imtina etmeyiz.
***
Günümüz faşizmini anlamanın yolu, Dimitrov’un Komintern’in VII. Kongresi’nde dile getirdiği “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şovenist ve en emperyalist öğelerinin açık terörist diktatörlüğüdür” şeklindeki tanımını reddetmekten geçmiyor. Faşizmin bu tanımda mündemiç sınıfsal özü, öteki burjuva diktatörlük biçimlerinden farkı, ekonomik temeli, iç ve dış politika yöntemleri dün nasıl idiyse bugün de öyledir. Böyle demekle, şimdiki faşizmin edindiği yeni özelliklerin ve görünümlerin tanımlanmasını reddetmiş olmuyoruz. İllâ ki yeni tarifler yapılmalı deniliyorsa, bu, Dimitrov’un klasik tanımını reddederek değil, onu tamamlayarak ve genişleterek yapılmalıdır.
1920’lerde Avrupa’nın göbeğinde peyda olmuş virüs mutasyon geçirerek günümüze kadar gelmiştir. Tarihsel faşizm formları bu süreçte bazen ek özellikler edinerek, bazen söylem değiştirerek yeni koşullara ayak uydurmuştur. Taze araştırma ve okumalar yapmadan, Komintern döneminde kalarak, o dönemde söylenenleri tekrarlayarak şimdiki faşizmin açıklanamayacağını söylemek bile gereksizdir. Temel noktalarda ortak olmalarına rağmen tam olarak örtüşmemeleri bunu gösteriyor. Bu yönüyle faşizmle emperyalizm benzeşiyorlar. Neoliberal “küreselleşme” döneminde emperyalizmin, dolayısıyla finans kapitalin ve uluslararası durumun biçimlenmesinde kayda değer değişmeler olmasına rağmen, Lenin’in emperyalizm analizi geçerliliğini yitirmemiştir.
Komintern finans kapital üzerinden yaptığı faşizm tanımını, klasik faşizm, yani Alman ve İtalyan faşizmini merkez alarak yapmıştır. Marx’ın kapitalizmi İngiltere, Lenin’in emperyalizmi en ileri kapitalist ülkeler üzerinden analiz ettikleri dikkate alınırsa, bu metodik olarak yanlış değildir. Faşizm olgusunun evrensel özellikleri de ancak en tam, en gelişmiş biçiminde yakalanabilir. Bununla birlikte, aynı özellikleri taşımayan varyasyonları faşizmden saymamak gibi bir risk taşıdığından, bütün türleri ayrı ayrı ele alan ek analizler ve özel tanımlar da yapılabilir. Faşist hareketlere ve rejimlere faşist denebilmesi için mutlaka Almanya ve İtalya kalıbına uymaları gerekmiyor. Bu, yalnız geçmiş için değil, bugün için de geçerlidir.
***
Günümüzde kapitalizm olgusu nasıl en gelişmiş kapitalizmle (emperyalizm) sınırlı bir olgu değilse, faşizm de değildir. Her ülkenin aynı olmayan sosyo-ekonomik ve politik gelişim düzeyleri faşizmin biçimlenmesinde de kendini gösterecek, her zaman gelişmiş/gelişmemiş/karma formlar, farklı varyantlar olacaktır. Zaten öyledir de. Şimdiye dek birbirlerine tıpatıp uyan iki ayrı faşist rejim görülmemiştir. Tıpkı tek tip, birbirinin kopyası burjuva demokrasileri olmadığı gibi.
Tarihsel faşizm; olgun, bütünsel biçimleri kadar, eksik, yarım, alt düzeyde, tamamlanmamış, hatta tamamen ihraç edilmiş olanları da kapsayacak bir çeşitlilik göstermekteydi. Eskisiyle yenisiyle faşizm değişik varyantları, üst ve alt modelleri olan bir ana (üst) başlıktır.
Sadece aynı kategorideki Almanya ile İtalya arasında değil, bunlara yakın düşen İberik faşizmi (Franko ve Salazar rejimleri) ile de aralarında önemli farklar vardı. Avrupa’daki bu ikinci tür faşist diktatörlükler emperyalist sisteme uyum ve manevra yetenekleri sayesinde 1970’lere kadar ayakta kalabildiler. Katolik kilisesiyle yakın bağları, muhafazakâr seçkinlerle ilişkileri (ideolojik gelenekselcilik), ordu desteği, geniş faşist kitle hareketine ve tek partiye dayanmamaları belirgin özellikleriydi.
Henüz finans kapitalin oluşmadığı emperyalizme bağımlı Bulgaristan’daysa kitle mobilizasyonuna dayanmayan dış destekli faşizm, darbe yoluyla yukarıdan aşağı gelmişti. Mussolini ve Hitler etkisinde olup soykırıma eğilimli uydu Ustaşa rejimi Yahudilere ve Sırplara acımasızca terör uyguladı. Buna karşılık Hıristiyanlıkla milliyetçiliğin uzlaştırılmaya çalışıldığı Slovak devletinde radikal güçlerin etkisi daha zayıf olduğundan rejim daha ılımlıydı. Geniş bir kitle temeline sahip olmadığı, burjuvazinin fraksiyonları arasında anlaşmazlıkların güçlü olduğu bazı ülkelerde parlamento hemen kapatılmadı, şiddet dozu görece daha düşük düzeyde kaldı.
Bunları, faşizmi, Nazizme (daha doğrusu Almanya ve İtalya’ya) indirgeyerek, öteki türlerini yok sayanlara hatırlatmak için söylüyoruz.
***
Bugünkü faşist parti ve diktatörlüklerin seçim taraflısı, çok partili ve parlamentolu görünümlerine aldanılmamalıdır. Devrim tehlikesi yakın değilse veya dengeler elvermiyorsa parlamenter oyuna son vermekte acele etmezler. Koşullara ve dengelere göre değişen bu durumla ilk defa karşılaşılmıyor. İkinci Dünya Savaşı öncesi faşist diktatörlüklerin bazıları parlamentoyu daraltarak kullandılar, fırsatını yakalayınca da ipini çekiverdiler. Mussolini bile 1925’e kadar öyle yaptı. Polonya’da Mayıs 1926’da darbeyle iktidara gelen Pilsudiski, önce parlamentoya ve muhalefet partilerine dokunmadı, hatta seçimlere izin verdi. Bu “hoşgörülü” tavrı, Polonya Komünist Partisi ve sosyalistler tarafından desteklendi. 1929 Ekim’inde çoğunluğu oluşturan sol partiler ve merkez ittifakı yürütme organını ve parlamentoyu ele geçirdiler. Aralarında anlaşmazlık çıkıp birbirleriyle kapışmaya başlayınca punduna getiren Pilsudiski, yöneticilerini tutuklayıp itilip kakalandıkları bir kaleye hapsetti. Muhalefet partilerinin kısıtlandığı ve bazı vekillerinin yasaklı kılındığı 1930 seçimlerinde çoğunluk hükümet blokuna geçti. 1935’te ise yeni bir anayasayla parlamenter demokratik sistem tamamen ortadan kaldırıldı.
Dolayısıyla bazı alt modeller klasik faşizme kıyasla eksik, tamamlanmamış (hatta yarı faşist, protofaşist denilebilecek) özelliklere sahipti. Faşizmin kitlesel desteğinin zayıf olduğu ülkelerde tek başına iktidara gelemeyip koalisyon ortağı yapılan ya da yönetici sınıfların siyasi rezervi olarak muhalefette kırbaç gibi kullanılan varyantları da mevcuttur.
Her fenomen gibi faşizm de gelişiyor ve değişen koşullara adapte oluyor. Zamanımızın yeni faşistleri arasında İtalyan ve Alman faşizmlerini model alan radikal parti ve gruplar (Forza Nuova, Casa Pound, Jobbik, Altın Şafak, Svoboda vb.) olduğu gibi geleneği revizyondan geçirerek günümüz koşullarına uyarlayan geniş bir kesim de vardır. Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’si, Almanya’da AfD, İtalya’da Lega Nord bunların ilk akla gelenleridir.
Modern faşizm tezahürleri bakımından göbek adını ve soykırım suçlarını açıktan sahiplenmemesine, paramiliter şiddeti öne çıkarmamasına, kültürel ırkçılığa meyyal olmasına, ideolojik ve politik olarak eski tip faşizmden daha esnek tutumlar sergilemesine, parlamenter sisteme bağlı görünmesine vb. rağmen doğası değişmemiştir.
Parlamento ve seçimle ilişkileri bakımından Macaristan’da Viktor Orban, Hindistan’da Narendra Modi, Endonezya’da Prabowo Subianto, Filipinler’de Rodrigo Duterte, Brezilya’da Jair M. Bolsonaro da yeni tip faşist diktatörlüklerdir.
Bu konuda daha ileri, daha bütünlüklü bir bilgiye ulaşmak için, bir yandan dünyanın değişik ülkelerindeki gözlemleri birleştirmek, 21.yüzyılda faşizmin aldığı yeni biçim hakkındaki bilgileri çoğaltıp genelleştirmek, bir yandan da gelişme süreçlerini takip altına almak gerekiyor. Almanya’da Hitler iktidara gelmeden önce faşizmin içyüzü yeterince kavranmamıştı, çünkü süreç tamamlanmamıştı. Faşizmin ileri bir tanımı ve analizi, ancak KEYK’in 13. Plenumu’nda (Kasım-Aralık 1933) ve 7. Kongre’de (1935) yapılabildi. Aynı şey kısmen bugünkü faşizm için de geçerlidir.
***
Dolayısıyla yeni faşizmin henüz Almanya ve İtalya gibi olgunlaşmış örnekleri bulunmadığından söyleyebileceklerimiz eldeki verilerle sınırlıdır. Şimdiki faşizm sosyalist ülkelerin olmadığı, komünist solun, uluslararası işçi hareketinin ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinin marjinalleştiği koşulların damgasını taşıyor. Gerçek yüzünü asıl o zaman, yani emperyalizmin krizinin daha da ağırlaştığı, devrimlerin arka arkaya patlak verdiği, ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadelelerinin bugünkü dünya düzenini zorladığı koşullarda gösterecektir. Bu bakımdan süreç tamamlanmadan faşizm son varyantı hakkında olgun bir tarif yapmak zordur.
Bugün bize düşen dünyanın değişik ülkelerindeki faşist rejimleri ve hareketleri dikkatle takip etmek, yeni analizler çerçevesinde tartışmalar ve ortak görüşler geliştirmek ve ideolojik cephaneliğimizi zenginleştirmektir. Bunun yoluysa Dimitrov’un klasikleşmiş tanımını reddetmekten değil, onu tamamlayan ve genişleten daha geniş tariflerden geçiyor. Yaşar AYAŞLI
Türkiye sosyalistlerinin faşizmle imtihanı (12 Eylül günleri)
Türkiye sosyalistlerinin faşizmle imtihanı (1971-1980)
https://sendika.org/yazarlar/yasar-ayasli/