Farklı bir bakışla Köy Enstitüleri

Bakın, Nisan ayında Köy Enstitüleri yine tartışılacak. Yine gazetelerde, dergilerde övgüler, yergiler yayımlanacak. Bize göreliği yönünden göklere çıkarılacak. Anılar yarıştırılacak.

Nisan ayı ülkemizdeki aydınlanmanın, toplumsal değişimin ve dönüşümün sonuçlarından sayılabilecek olan Köy Enstitülerinin de kuruluş ayıdır. Çünkü ilgili yasanın kabul edilişi 17 Nisan 1940’tır. Hakkında çok şey söylendi. Deyim yerindeyse, bir kaşık suda fırtına estirildi. Çok partili döneme geçildiği 1946’da Köy Enstitülerine yöneltilen eleştiriler, Kenan Öner -Hasan Âli Yücel davası ile noktalandı. Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilen Reşat Şemsettin Sirer zamanında, önce Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Ardından Köy Enstitüleri  klasik öğretmen okullarına dönüştürüldü. 1950’den sonra ise işlevlerini tümüyle yitirdi bu kurumlar. Kısa süreli bu deneyim, yaşama geçmesi ve yaşamdan koparılması ile belleklerimizde yer almadı. Bu gerçekliğin yanında hâlen iki ana anlayışın farklı ve nesnel olmayan bakışı ile de sık sık gündeme geldi. Geliyor da… Yazılagelenleri değil, bu yıl Köy Enstitüleri üzerine yazılan yazılara şöyle bir göz gezdirdin.

Genel olarak şu iki anlayışı göreceksiniz: İlki, o süreci ve kurumları bütünüyle yok sayan ve adeta düşman gören bir anlayışın sonucu olan yazılar toplamıdır. Diğeri de damarı sürdürmek ve savunmak adına köy enstitülerini “ilk”inde belirttiğim anlayışa karşı savunan ve her dönem için uygulanabilirliğini savlayan anlayışın sonucu düşünceler toplamıdır. Oysa gerçek bu iki anlayışında da çok dışında… Çünkü Köy Enstitülerini düşman ve kötülüklerin en kötüsü olarak gören anlayış ne yazık ki toptan reddediyor. Bu görüşün karşısındakiler ise Köy Enstitülerni hararetle savunuyor. Her iki anlayışı birbirine (zıtlıklarına karşın) yaklaştıran şey, ikisinin de nesnel ve diyalektik yöntemle bakmak istemeyişidir. Diyalektik Marksist yöntem sebep-sonuç ilişkisini görmezden gelmez. Toplumların ileriye ve geriye gitmelerindeki sosyal ve sınıfsal olguları hesaba katmak zorunda olduğunu bilir. Örneğin, bu bakış açısından tüm olumsuzluklarına karşın adına Cumhuriyet denilen yönetim, Osmanlı Devleti’ne göre ilericidir. Tarih her zaman insanca davranmaz. Böyle kesin bir kural yoktur. Yaşamın kendisiyle yansımanın bir yansısıdır. Sonuçta devinimlerden biri sıçrama yapar ve diğerlerini geride bırakır yaşama egemen olur. Ve bu devinim süreç içinde siyasal bir güç ve baskı aracı hâline dönüşünce hizmet ettiği sınıfların yararına olacak biçimde genişleyen bir büyüklükte örgütlenmeye ve örgütlendiği alanlarda da uzmanlaşmaya gider.

Bu yazı süresince Köy Enstitüleri ile ilgili iki uç anlayışın dışında (ki bunları eleştirmek bir başka yazının konusu olduğundan buna hiç mi hiç girmeyeceğim.) farklı bir söylem ortaya koymaya çalışacağım. Biliyorum, diyalektik ya da bir olguyu, bir durumu kendi koşulları veya dizgesi içinde düşünmeyen, soyutlayan biri söylemime önyargılı yaklaşacaktır. Benim ne söylemeye çalıştığımı anlamayacak, daha doğrusu anlamak istemeyecektir. Oysa benim söylemeye çalışacağım şey/ler nesnellikten hiç mi hiç uzaklaşmayacaktır.

Yöntem ne olmalıdır?

Söylediğin, karşındakinin seni anladığı kadardır diyen Mevlana’ya, aslolan insanın sözcük sayısını attırmasıdır, diye eklemek istiyorum.

Bakın, Nisan ayında Köy Enstitüleri yine tartışılacak. Yine gazetelerde, dergilerde övgüler, yergiler yayımlanacak. Bize göreliği yönünden göklere çıkarılacak. Anılar yarıştırılacak. Yergiler de bir o kadar gereksizliği ve düşmanlığı üstüne inciler içerecek. Ve daha da tartışılacak. Köy Enstitüleri savunucuları ile karşısında olanlar, kendilerini haklı çıkarmak için bir söz savaşına girişecek. Sonra kutsal aylar araya girmiş gibi bir sonraki savaş ayına kadar köşelerine çekilecek ve yaşamlarını bıraktıkları yerden sürdürecekler. Bütün bunlar, Köy Enstitülerinin eğitim yapımızdaki yerini nesnel bir biçimde ortaya koymayacak. Bence tabii ki… Evet, Köy Enstitüleri önemli bir deneyim. İlkeleri, uygulamaları ve sonuçları ile “özgün” bir eğitim-öğretim kurumuydu. Köy koşullarına göre köy için köyde üretimi amaçlayan bu kurumlar, bizce bir modeldir, ama özgün ve ilk değildir dünyada. Bir deney ve sentez sonucudur. Kemal Sürekli de Köy Enstitüleri ile ilgili çeşitli yazılarında bu gerçekliğin altını çizmiştir. Bir kere, “hiçbir şey yoktan var edilemez.” Hep bir öncekinden esinlenilerek daha çok geliştirilir ve yetkinleştirilir. 

Bu anlamda Köy Enstitüleri’nin dayanakları şöyle özetlenebilir: J.J. Rousseau’nun pratikte pişmiş doğal insanın, Kerchensteiner’in eğitim olmazsa olmaz koşulu yedi ilkesinin, Frobel’in zihin etkinlikleriyle el etkinliklerini beraber yürütülmesidir yargısının, Kohn Dewey’in ilgi merkezine göre oluşturulacak projelerin teorik ve pratik yönlerinin, yaparak, yaşayarak işlenmesinin, Pestalozzi’nin “kafa, kalp ve el eğitilmelidir” özdeyişi… Bütün bunlar ülkemizin koşul ve olanaklarına göre harmanlanıp içselleştirilmiştir. Bu üst deney ve sentez, köy için köyde üretimi gerçekleştirmek isteyen bir eğitim düzeni yaratmaya çalışmıştır. Doğrudan doğruya tarım, hayvan besleme ve benzeri alanlarda üretimle iç içe olmuştur. Köylüler için 30.11.1943 tarihli “Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilatı Kanunu İzahnamesi’n de bu açıkça görülür. Çünkü burada yer alan “iş mevzuu, iş aletleri, işlik, işin yapılışı, iş yapanlar” bölümlerine bakıldığında köylüleri kendilerine yeterli olmaya yetkinleştirmek öne çıkıyor. “Köyde çalışma, iş başında yetiştirme, köylü ile işbirliği” en çok benimsenen ilkelerdir. Enstitülerin günlük hayat ve iş takvimlerine bakıldığında köylüleri “merkezi yönetim”e yakınlaştırmak isteğinin de olduğu açıkça görülür. Yöntemimiz nesnel olduğu zaman gerçeklikleri daha iyi anlar ve yorumlarız.

Köy Enstitüleri Gerekli Miydi?

Maddi üretim araçlarına hükmedenler, zorunlu olarak manevi üretim araçlarında da hükmederler.  K. Marks-F. Engels

Cumhuriyetçiler, insan topluluğunun en soylu uğraşlarından biri olan eğitimi, sınıflı toplumların var oldukları bu uzun mu uzun süreçte, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklar (cumhuriyet yönetiminin gereksinim duyduğu “yeni insan-yeni toplum” anlamında) yetiştirmek olarak düşünüyordu. Ama başlangıçta gizlice ve sinsice, renkten renge girerek cumhuriyetçilerin arasına karışan, onlardanmış gibi davranan “karşı-devrimciler” 1950’li yıllardan başlayarak, açıktan açığa saldırılarını Cumhuriyet’in olmazsa olmaz kurumlarına yöneltmişlerdir. Sınıflı toplumların varlığını yadsınamaz biçimde gösterdiği şu zamanda eğitimin vazgeçilmez parçası olan öğretim kurumlarını sınıfsal “üstyapı” dışında düşünemeyiz. Sosyal bir üstyapı kurumu olan “okul”lar egemen sınıfların anlayışlarına göre biçimlenir ve varlıklarını sürdürürler.

Eğitim-öğretim dizgesi sonuçta sınıfsal-ulusaldır. Bu yüzden bir Amerikan Eğitimi karşısında bir Avrupa Ülkeleri Eğitimi dizgesinden (ayrı ayrı tabii) bir Küba Eğitim Dizgesi ile İran Eğitim Dizgesinden söz edilebilir. Benzer biçimde geçmişteki Osmanlı eğitim-öğretim dizgesi karşısında bir Türkiye Cumhuriyeti eğitim-öğretim dizgesinden de söz edilebilir. Birbirini yadsıdıkları gibi birbirine karşılıkları da kaçınılmaz ve bir o kadar da doğaldır. Yani topluma egemen olan bir sınıf; eğitimi, öğretimi kendi için biçimlendirir, planlar. Marks’ın alıntısı eğitimin ve öğretimin sınıfsal özünü gözden uzak tutmamamız gerektiğini anımsatır bize. Çünkü geçmişten günümüze kadar sınıf damgası taşıyan eğitim kurumları, özellikler okullar şu üç şey gerçekleştirmiştir: Gelecek işçi kuşaklarına kapitalist rejime bağlılık ve saygı aşılamak, egemen sınıfların gençlerinden emekçi sınıflara kültürlü bekçiler yetiştirmek. Sermaye kârlarını arttırmak üzere bilimin teknik alana uygulamasını ve kapitalist üretimin artmasını sağlamak… Bu yüzden öğretmen de, ders kitapları da bu amaca göre hazırlanır. Bu ise kaçınılmaz olarak iki eğitimi dayatır: Biri, işçi, köylü, sıradan ve dar gelirli aydın ve küçük memurların çocukları için eğitim. “Sınıfsal ayıklama ve ayrıcalıklar” varsıllıkla orantılı olarak büyümektedir. Bu da eğitimde fırsat eşitliğinin maddi olanaklarla olası olduğunun bir başka görüntüsüdür. Çünkü varsıl sınıftan çocukların yüksek öğrenime devam etme oranı, işçi çocuklarından katbekat, yoksul köylü çocuklarından ise katbekatın daha da fazladır. Ne yazık ki var olan eğitim sisteminin sonuçlarıdır bu. Var olanın doğasına uygun bu sonuç/lar. 

Cumhuriyetin gereksinim duyduğu 'yeni insan-yeni toplum' projesi köylüler için de hızlandırılır. Köy Enstitüleri yaşama geçirilir.

Bizim gibi ülkelerin genel eğitim durumuna eğilmeden önce bir saptama yapmak gerekli. Belki de bilinenin yinelenmesi demek daha doğru. Eğitim en büyük sorunlarımızdan biri. Sosyal ve sınıfsal çatışmaların yaşandığı ülkelerde çocuk hakları açısından eğitim-öğretim sözde olmaktan öteye geçemiyor. Sorunlu ülkelerde çocukların okula kavuşması bir şey ifade etmiyor artık. İlköğretimin başı ile sonu arasındaki kayıplar öyle çok ki. Yığınla eşitsizlikler ülkemizdeki eğitim-öğretimin boğazını sıkıyor. Kız-erkek, köy-kent, bölgeler, kentlerde ise semtler arasında, aşiretler ve dinsel varoş gettoları arasında, en önemlisi de sınıflar arasındaki eşitsizlikler öyle çok ve öyle derin uçurumlar oluşturuyor ki bunları görmezden gelmemiz olanaksız. (Bu konuyla ilgili daha detaylı bilgi için ‘Forum’da yayımlanan ‘Pandemi Sürecinde Eğitim’ başlıklı yazıma bakılabilir.)

Şimdi buradan bölümün başlığı olan soruya gelebiliriz. Evet, Köy Enstitüleri, Cumhuriyetçiler için gerekliydi ve doğru bir seçimdi. Çünkü var olma ve geleceğe kalma, geleceğe aktarılma yollarından biridir. Bu ideolojiktir ve doğaldır. Toplumsal akış ideolojilerin serpilip gelişmesiyle ve onların yaşama sahip olmasıyla gerçekleşir. Çünkü yaşam kendiliğinden dönüşmez. Değiştiren ve dönüştüren ideoloji var olmak için kendini sürdürmek için “altyapı-üstyapı” oluşturur. Bunun kurumlarını ve insanlarını yetiştirir. İran eğitim-öğretim kurumlarından başka bir çalışma, Küba’nın benzer kurumlarından da kendi doğasına ve amacına aykırı bir çalışma bekleyemezsiniz. Ve nasıl ki Osmanlı Devleti ta başından itibaren yıkıldığı an’a dek varlığını dayanarak gelişebileceği insanı-toplumu yaratma yönünden “Enderun”lara ve medresel eğitimlere, kurumlara gereksinim duymuşsa, Cumhuriyetçiler de kurdukları erk için benzer bir eğitim-öğretim sistemini gereksinmişlerdir. Özet biçimde de olsa söz etmek gerekir: Osmanlı’nın kuruluşundan Tanzimat’a, Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet’e, İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar genelde eğitim-öğretim, yönetici-din adamı, yönetici-memur gibi insanları yetiştirmek bakımından genişleyen bir açılım göstermiştir.

Kıblesi Batı olan eğitimcilerin zamanla eğitimi sosyal bir olay olarak görmeleri, 1914 Osmanlı Mebusan Meclisi’nde, köylerden seçilen kız-erkek birer çift öğrenci ayrı ayrı okutularak, okul açılacak köylere, evlendirilerek gönderilmesi tartışılır. Köy koşulları içinde yaşayan bu öncüler, ilköğretimi yurt çapında ve kısa zamanda gerçekleştireceklerdir. Bu öğretmenlere toprak, araç-gereç verilecek, böylece devlete yük olmayacak, köyde oldukları için de köye uyum sağlayabilecek ve de yılgınlık göstermeyeceklerdir. Model Batı ülkelerindeki uygulamalardır. Bu köy öğretmenleri Köy Enstitülerinin altyapısıdır. 2 Mayıs 1920’de Eğitim Bakanlığı kurulur. Temsili Hükümet’in bakanı var olanla yetinmek zorunda kalır, çünkü savaş başlamıştır ve bütün ülke ve bütün bir halk sarsılmaktadır.

Cumhuriyetçilerin de kıblesi Batı’dır. Özellikle de Fransa. Birkaç cephede yokluğa ve yoksulluğa karşın savaşıyor olmak düşlediklerini gerçekleştirmelerine engeldir. Bunun bilincindedirler ve koşulları kendileri için değerlendirirler. Bilirler ki liderliği diğerlerine kaptırdıkları an kendileri için de her şeyin sonudur. Bu yüzden içlerine sinmese de Kurtuluş Savaşı süresince toplanan Eğitim Programı Komisyonu din derslerinin artırılmasını, müzik derslerinde de ilahiler öğretilmesini, çizgi dersi adını alan resim dersinde ise canlı hiçbir şeyin resmedilmemesini kararlaştırır. Bunlara uyulur savaş süresince. Ama zaferden sonra da vazgeçilir bunlardan. İdeolojik ve silahlı savaşını sürdüren Cumhuriyetçiler zaferden sonra güçlü kalmayı sağlamak için ve yerlerini sağlamlaştırmak için bazı çalışmalara girişirler. Bu çalışmalardan biri de kültür ve eğitim alanlarıdır. Yeni insan-yeni toplum isteği belirginleşir. Kendilerinden gibi görünen Osmanlıcı dinci-tutucular, Tanzimat’ın okullarından yetişen, hatta yenilikçiler arasında kalan cumhuriyetçiler eğitim konusunda ilk başlarda bağımsız projeler geliştiremediler. Bu alanda uygulayacaklarını programları yoktur yani. Geçici çalışmaların yarardan çok zarar verdiğini gören cumhuriyetçilerin savaşçı ve devrimci lideri M. Kemal, 1922’de Bursa Öğretmen Birliği’nde yaptığı konuşma ile Cumhuriyet’in gereksinim duyduğu insanlarla ilgili bilgi verir. Ama asıl adım 1924’de öğretimde birliği sağlamak için çıkarılan kanunla atılır. (Tevhidi Tedrisat Kanunu) Ve sayıları 224 olan ilahiyat öğrencileri sayısı 1934’de 20’ye düşer.

Cumhuriyetçiler, kendilerine karşı isyanlarla, iç çatışmalarla uğraşırken, ne yazık ki asıl yapmak istediklerini gerçekleştirmek için uygun ortam ve zemin bulamazlar. Dengeler hepten kendilerinden yana değildir. Altına girdikleri yük kaldıramayacakları kadar ağırdır. Tüm olumsuzluklara karşın kendilerinden sonra eserlerinin ayakta kalması için bu eserlere sahip çıkacakların yetiştirilmesi ve eserlerin emanet edilmesi düşüncesi hep ön plandadır. Zaman zaman kısa vadeli planlar uygulanır. Böylece 1936’ya gelinir. Liderin sağlık durumu hareketliliğini ve isteklerini engellemektedir. Yine de azimli ve isteklidir. Tarım ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın işbirliği ile 1936’da Eskişehir yakınlarında Mahmudiye Çiftliği’nde bir eğitmen kursu açılır. Askerliğini çavuş ya da onbaşı olarak yapmış köylü gençlerinden okur-yazar olanlar sınavla seçilerek bu kurslarda yetiştirilir.

1914 Osmanlı Mebusan Meclisi’ne sunulan önergenin bir versiyonudur eğitmen. Türkiye’de nüfusu az olan köylerin öğretmen gereksinimini karşılamak amacıyla açılan kısa ve hızlandırılmış özel kurslardan, üç sınıflı köy okullarında ders verme yetisi kazananlara köy öğretmeni adı verilir. Beş aylık bu kursta okuma yazma, ekip biçme, hayvan yetiştirme, matematik, yurttaşlık bilgisi, köy işleri, tarih, coğrafya dersleri yer alır. Kursu tamamlayanlar Ankara’nın köy okullarında stajyer öğretmen olarak görevlendirilir. Bu kursların sonucu Cumhuriyetçileri sevindirir. Heveslerini arttırır. Bu yüzden 11 Haziran 1937 tarih ve 3228 sayılı köy öğretmenleri ile ilgili yasa çıkarılır. Üretime dönük bir eğitimin kuralı getirilir. Ve 1937 yılında Eğitmenlik Yönetmeliği yayımlanır. Bu çalışmalar, Osmanlı yanlısı dinci-tutucuları rahatsız eder, ama seslerini çıkaramazlar. Çünkü koşulların ve siyasal gücün kendilerine karşı olduğunu bilirler. Sessiz kalırlar ve en uygun zamanı beklerler. Cumhuriyetçiler, gerekçelerinin köy çocuklarının ve köy insanlarının eğitiminden geçtiğini anlarlar. Bu yöndeki çabalarını Köy Enstitüleri kuruluncaya kadar sürdürürler. Ve yalnızca çocuklar değil yetişkin köylüler de eğitilir. 1937-1946 arasından 8000 eğitmen yetiştirilir ve köylerde görevlendirilir.

Cumhuriyetin gereksinim duyduğu “yeni insan-yeni toplum” projesi köylüler için de hızlandırılır. Köy Enstitüleri yaşama geçirilir. Köy okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirmek, yöre kalkınmasında etkin bir görev üstlenmek üzere açılmış olan eğitim kurumları, 17 Nisan 1940 gün ve 3803 ile 19 Nisan 1942 gün ve 4274 sayılı yasalarla gerçekleştirilir. Cumhuriyet liderinin Marks’ın alıntısına denk düşen eğitim kurumlarını eserlerinin emaneti için olmazsa olmazlarından olan okullar ölümünden yaklaşık iki yıl sonra oluşturulabilmiştir. Liderin “Cumhuriyeti biz kurduk onu yaşatacak ve geliştirecek olan sizsiniz,” dediği gençlik; “sizin eseriniz olacaktır,” dediği öğretmenlerin ellerine bırakılmıştır, ama Cumhuriyet içten ele geçirmeye çabalayan Cumhuriyet düşmanları ise bunu tez zamanda engellemiştir.

İç ve dış koşullar, çalkantılar, yanlış uygulama ve politikalar ve verilen tavizler Cumhuriyetin büyük şansını elinden almıştır. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü zamanındaki Köy Enstitüleri 5 yıllık köy okulunu bitirenlerle 3 yıllık, köy okullarından çıkıp 2 yıl hazırlık sınıfı okuyan çocuklar alınıyordu. Eğitim süresi 5 yıldı. 1946/1947 ders yılına değin Köy Enstitüleri’nden 544 köy öğretmeni, 8756 eğitmen, 541 sağlık memuru yetişti. Beş yıllık eğitim programı, 114 hafta kültür, 58 hafta tarım dersleri -uygulamalı-, 58 hafta teknik dersler-uygulamalı- 30 hafta da 45 gün aralıklı tatiller biçimindeydi.

Sonuç

Her çağın düşünceleri, o çağın egemen sınıflarının düşünceleri olmuştur.   K. Mark-F. Engels

Cumhuriyetçiler, sınama-yanılma yolu ile de olsa Marks’ın saptamasına uygun biçimde “manevi üretim araçları”na hükmettiler. Köy çocuklarını devşirip dönüştürmenin yolunu buldular. Kendilerine saygı gösteren, bekçilik eden ve gereksinimlerini karşılayan “yeni insan-yeni toplum” oluşturmaya çabaladılar. Köy çocuklarını kendileri için dönüştürüp eğitirken yetişkinleri de eğitim yoluyla “merkez”e yakınlaştırmaya, böylece  köylüleri “merkez”le bütünleşmeye giriştiler. Bunun için de köy çocuklarını “öğretmen-rehber” olarak yetiştirdiler.

Köyleri verdikleriyle ve öğrettikleriyle “merkez”e daha çok bağlayacağını düşünen Cumhuriyetçiler hiç de beklemedikleri gerçeklerle karşılaştı. Cumhuriyetçiler yaptıklarına bir yandan “devletin vatandaşa eğitim hizmeti” olarak görürken, öbür yandan Köy Enstitüleri'nin köylüleri “merkez”den uzaklaştırdığını ve ayrıca özgür bireyler hâline getirdiğini de gördü. Köyde, köy için üretim eğitimi her şeyi bir anda değiştirmedi. “Merkez”e bağlı olacağı düşünülen ve beklenen köylüler, “merkez”den kopmaya başlamıştı. Bağımsız üretimin sonucu diğer alanlarda da bağımsızlık oluşturacağını bilen cumhuriyetçiler tedirgin olmaya ve hatta korkmaya başladı. Çünkü kendine yeterli olan köylüler egemen güçlere az boyun eğenlerden olacaktı. Özgürleşen köylülerin varlığı egemenleri rahatsız etti. Böyle Köy Enstitüleri’ni kuran iktidar gerekçelerini hazırlayarak onları kapattı.

O kurumların bir başka gerçeği de şu:

Buralardan yetişen “öğretmen-rehber” eğitmenler ve öğreticiler, devlet tarafından kendilerine verilen topraklardan özel mülkiyetleriymiş gibi yararlanmaları yanında, köylülerin de kullanması için verilen tarım araçlarını kendi aracı-gereciymiş gibi kullanmış; sahiplenmişlerdir. O araç ve gereçlerden köylüleri faydalandırmamışlardır. Bu olumsuzluklar da egemenlerin amaçlarına hizmet etmemiştir, aksine kendilerine yakınlaşmalarını bekledikleri köylüleri uzaklaştırmıştır. Dahası köylüleri kentlere, sanayiye taşıyamayacağını bilen Cumhuriyet yönetimi, köylere ışıklarını ve kalkınma ateşini taşımak isterken hiç beklemediği sonuçlarla, karşı duruşlarla karşılaşmıştır. Varlığının ve geleceğinin kaynağı için, modern teknik ve yöntemlerle yetiştirilmiş, çağdaş bilgi ve teknikle donatılmış “öğretmen-rehber” yetiştirerek en kısa zamanda kırsala egemen olmak istemiştir. Çünkü tarımsal nüfusun % 90’larda, sanayi nüfusu ise % 10’larda olan bir nüfus bütünlüğünden, kalkınmış ve cumhuriyete sahip çıkabilecek bireylerden oluşan bir ulus-toplum, ulus-devlet, ulus-birey oluşturmak çok zordur. Sosyal, sınıfsal ve yaşamsal dizgeler zor olanı daha da içinden çıkılmaz yapmıştır. Osmanlı’nın egemenliği altın da piyon asker ve köle çiftçi olarak yüzyıllarca boyun eğenlerin bilinçlendirilmesi, dönüştürülmesi ve kazanılması ancak bu kadar başarılabilirdi.

(Ve cumhuriyetçilerin karşıtlarıyla çok iyi hesaplaşmadığını da bilmek gerekir. Halkın okur-yazarlık durumunun da hiç iç açıcı olmadığı göz ardı edilmemeli sonra… Sosyoekonomik kriz ve savaş yılları… Bilinç düzeyinin yetersiz olduğu alanlarda Cumhuriyet karşıtlarının cumhuriyetçi görünüp “vekil” seçildiklerini ve meclise girerek bir bakıma kaleyi içten ele geçirmek için saklanıp sabırla beklediklerini ve bu amaç için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını da düşünmeliyiz. Koşulları kollayarak en uygun zamanı bekleyen nice Cumhuriyet düşmanının oluşturduğu güç birliğinin yayılarak, çalışarak yerüstüne çıktıklarını ve egemen olduklarını yok sayabilir miyiz peki?) Umut Seçkin BULUT 

251 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın